25 Ağustos 2012 Cumartesi

Dr. Ersin ARSLAN'ın öldürüldüğü hastanede yine hekime darp !

HERŞEY  ÇOK   KISA  SÜRELİĞİNE DÜZELİR GİBİ  OLDU.SALDILAR DEVAM  EDİYOR.BEYAZ KOD  , 113 UYGULAMASI..HEPSİNİN  GÖZ  BOYAMA  OLDUĞU ORTADA...

Gaziantep Dr. Ersin Arslan Devlet Hastanesi’nde 23 Ağustos 2012 Perşembe günü Beyin Cerrahı Dr. Özhan M. Uçkun bir hasta yakını tarafından darp edilmiştir. Kafası dahil vücudunda cam kırıklarından kaynaklı kesiler oluşmuş, kan içinde kalan yüzünü beyaz önlüğüyle silmeye, kanamasını durdurmaya çalışmıştır. Hekimimiz bu haldeyken dahi saldırgan , sakinleşmemiş kırdığı camın aralığından elini uzatarak Dr. Uçkun’un yakasına yapışıp tehditler savurmaya devam etmiştir.
Meslektaşımıza geçmiş olsun dileklerimizi gönderiyoruz. Bu olay artık Türkiye’de tüm hekimlerin ve sağlık çalışanlarının ne şartlarda çalıştığının bir diğer göstergesi olmuştur. Biliyoruz, Dr. Uçkun’un başına gelen pek çok hekimin başına gelmektedir ve her an gelebilir.

Bu olayın olduğu hastanenin adı neden Dr. Ersin Arslan Devlet Hastanesi’dir? Çünkü bu hastanede 17 Nisan 2012’de Dr. Ersin Arslan bıçaklanarak öldürülmüştür. Dr. Uçkun’a yönelik saldırı bu olaydan sonra aynı hastanede gerçekleşen hekime yönelik üçüncü fiziki saldırıdır.

Saldırganın gerekçesi Dr. Uçkun’un görmeyen yaşlı bir hastaya muayene sırasında öncelik vermesidir. O saate kadar 56 hasta muayene etmiş olan ve daha muayene etmesi gereken onlarca hastası bulunan, özveriyle çalışan, hekimliğinin gereğini yerine getirmeye çalışan meslektaşımız ve diğer sağlık çalışanları ne olduğunu anlayamadan şiddete maruz kalmışlardır. Meslektaşımız yedi gün rapor almak zorunda kalmıştır. Bugün yapması gereken ameliyatlarına girememiştir. Bunlardan birisi zor durumdaki bir beyin tümörü hastası, bir diğeri anevrizma (beyin damarlarında baloncuk olması) hastasıdır.

Hekime ve sağlık çalışanına yönelik şiddet durmak bilmemektedir. Sevgili Dr. Ersin Arslan’ın öldürüldüğü hastanede dahi şiddet durmuyorsa Sağlık Bakanlığı oturup samimiyetle durumu değerlendirmelidir. Sorunun genel geçer ifadelerle çözülemeyeceği apaçık ortadadır. Uyarılarımıza rağmen ne yazık ki etkili önlemler alınmamakta, sağlık çalışanlarını hedef gösteren dil ve tarz devam etmektedir.

Tüm yurttaşlarımıza bir kez daha hatırlatıyoruz. Hekimler ve sağlık çalışanları sizin en zor zamanlarınızda yardımınıza koşan can dostlarınızdır. Onlar sizin için en iyisini yapmak amacıyla özveriyle çalışmaktadırlar. Sağlık çalışanlarına karşı sözlü ya da fiziki şiddete yönelmenizin hiçbir tutar yanı yoktur.

Sağlık alanında yaşanan sorunların sebebi ise hekimler, sağlık çalışanları değil bizzat sağlık politikalarıdır!

Alıntı :Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi
            Gaziantep-Kilis Tabip Odası

Mutfakta plastik ürünler kullanmamaya özen gösterilmeli

Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı ve Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Selma Çivi, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ABD'de yapılan bir araştırmada, plastik ürünlerini fazla kullananlarda, özellikle karaciğer enzimlerinin yükseldiğinin, karın yağlanmasının arttığının tespit edildiğini söyledi.

Plastik ürünlerinde bisfenol A ve flalein isimli maddelerin kullanıldığını ifade eden Çivi, “Çevresel kirleticiler olarak vasıflandırdığımız plastikler, boğazımızdan başlayarak tiroit bezini, karın bölgesinde yer alan pankreas bezini, kadınlarda yumurtalıkları, erkeklerde de testisleri temel olarak etkilemekte ve kısırlığa neden olmaktadır” dedi.
Çivi, bebek biberonlarında da bu maddelerin kullanılabildiğine dikkati çekerek, biberonların ısıtılmasıyla çocukların küçük yaşlarda, plastik ürünlerdeki zararlı maddelere maruz kaldığını dile getirdi.
"CAM VE ÇELİK TERCİH EDİLMELİ"
Bu maddelerin, çocuklarda davranış bozukluklarına sebep olduğunu vurgulayan Çivi, “Bu zararlı maddeler, çocukların bütün genetik yapılarını değiştirebilmekte. Bu nedenle plastikleri, günlük yaşamımızdan mümkün olduğunca uzaklaştırıp, plastik ürünler yerine içindeki sıvıya zararlı maddelerini bırakmayan cam ve çelik gibi ürünleri tercih etmeliyiz” diye konuştu.
Çivi, plastiklerde üçgen biçimindeki bir kutunun içerisinde numaralar olduğunu belirterek, bu numaralardan en tehlikeli olanların 3-6-7 numaralı maddeler olduğunu bildirdi.
Bu numaralardan 3, V ya da PVC yazan plastiğin, gıdalarda kullanılmaması gerektiğini anlatan Çivi, şunları kaydetti:
“7 işareti bulunan veya numarasız olan cam gibi parlak ve sert plastik, en tehlikeli olan plastiktir ve 'güvenli değildir' demektir. İçindeki zararlı maddeleri gıdalara sızdıran bu plastikler yiyecek ve içeceklerde kullanılmamalıdır. 6 numaralı plastik ise kahve ve çay gibi sıcak içecekler için kullanılan köpük bardakların plastik olduğunu çoğumuz bilmeyiz. Bu malzeme benzenden üretilir. Kanserojen bir madde olarak bilinen bu maddenin mutfaktan kesinlikle uzak tutulması gerekir.”
PLASTİKTEN KORUNMAK İÇİN PRATİK ÖNLEMLER
Günlük hayatta tamamen vazgeçilemeyecek olan plastiklerin zararlarını en aza indirgemek için pratik önlemlerin alınabileceğini anlatan Çivi, “Konserve yerine daha çok taze sebze ve meyveleri tercih ederek bunlardan büyük ölçüde korunabiliriz. Ayrıca biberon kullanmak yerine annelerin bebeklerini emzirmeleri veya toz şeklindeki mamaları tercih etmeleri daha uygun olur” diye konuştu.
3-6-7 ve numarasız plastik ürünlerinin gıdalardan uzak tutulması gerektiğinin dile getiren Çivi, şu tavsiyelerde bulundu:
“Plastiklerin içerisinde herhangi bir sıvıyı dondurmamak ve ısıtmamak gerekiyor. Aynı şekilde asitli ve tuzlu yiyecekler, plastiğin yapısını bozarak Bisfonel maddesinin gıdaya geçmesine neden oluyor. Konserve veya salamura gibi yiyecekler için plastik kaplar kullanmamalıyız. Plastik ürünlerinde bulunan flalein maddesi, özellikle erkeklerdeki testosteron hormonunu etkileyerek, erkeklerde kısırlık ve güçsüzlüğe neden olmaktadır.”

Tüm okulları İmam Hatip yapma şansı yakaladık

ZATEN İZMİR'DE  YAVAŞ  YAVAŞ  BAŞLAMIŞLARDI.SEMTLERİN  EN  İYİ  OKULLARI  İMAM HATİP YAPILIYORDU.ARTIK  AÇIK SÖZLÜ DAVRANILIYOR..
 
AK Parti Muğla Milletvekili Ali Boğa, Muğla İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği’nin düzenlediği pilav gününe katıldı.

Cumhuriyet gazetesinin haberine göre; Ali Boğa şunları söyledi: “Açılan yere öğrenci bulamazsak tarih önünde vebalini ödeyemeyiz. Kur’an-ı Kerim’in okunmasının yasak olduğu günlerden geçtik. Şu anda imam hatipliler olarak veya müttefikleri, sevdalıları olarak buradayız.
 
Şu anda bir şans geçti elimize. Biz bütün okulları, elbette bu okulların kaydında kuydunda sayıyı artıracağız. Ama bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız. 4+4+4’ten sonra Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hayatının seçmeli ders olmasından sonra bu şansımız var. Buradaki topluluğa imam hatip okulunu yaşatmak, devam ettirmek, orta kısmı açmak, daha yeni kampüsleri açmanın yanı sıra hepimizin omzuna bir yük daha biniyor.

Mutlaka tercihler konusunda bir projemiz olmalı. Velileri, öğretmenleri, öğrencileri tercihler konusunda bilgilendirmeliyiz. O zaman işte memleketin geleceğine sahip çıkan, üç kuruşluk menfaat için memleketin geleceğini satmayan, tarihine, kültürüne saygılı, inancına saygılı diplomatlar, yöneticiler o zaman bu memleketin başına gelecektir.” 
 
Alıntı: egedesonsöz.com

19 Ağustos 2012 Pazar

Sağlık işletmeciliği/yöneticiliğinin yıldızı parlayacak

Sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi, yeni hastanelerin açılması, başarılı Türk doktorların tersine beyin göçüyle ülkeye geri dönmesinin sıkça konuşulduğu sağlık sektöründe, gündemi bir süredir sağlık işletmeciliği ve kalifiye hastane yöneticiliği meşgul ediyor. Bu alanın sağlık alanında kariyer yapmak isteyenlere yeni bir iş kapısı olacağını vurgulayan sektör temsilcileri gelecek 10 yıl içinde kalifiye hastane yöneticilerine çok iş düşeceğini söylüyor. Bu görüşte olan yöneticilerden Çamlıca Medicana Hastanesi Genel Müdürü Murat Kaya ile hastane yöneticiliği ve Türkiye'deki durumunu konuştuk.

Türkiye'de sağlık işletmeciliğinin gelişimini anlatır mısınız?
Son 10 yılda özel sağlık sektöründe inanılmaz bir gelişim ve buna bağlı olarak da ciddi bir değişim yaşandı. Küçük semt polikliniklerinden bugün 40-50 bin metrekarelere ulaşan, Avrupa ve dünya standartlarının da çok üzerinde nitelikli hizmet veren özel hastanelere geçiş süreci, sağlıkta dönüşüm programıyla birlikte ciddi bir evrim geçirdi. Özel sağlık sektöründeki yatırımların büyüklüğü artarken yatırımcıların cesareti de aynı ölçüde arttı ve bu noktada 100 milyon dolarla ifade edilebilen dev sağlık kuruluşları inşa edilmeye başladı. İşte tam da bu noktada az sayıda olan sağlık yöneticilerinin veya sağlık işletmeciliği alanındaki profesyonellerin sektör içindeki önemi de akabinde arttı. Bu önem ve az sayıdaki yetişmiş yöneticinin sahadaki performansıyla birlikte sağlık sektörüne yeni kavramları beraberinde getirdi.

Nedir bu kavramlar?
Hastasına 360 derece bakabilen ve hastasını memnun eden yapılar, maliyet ve etkinlik hesaplamalarını yapabilen işletmeler, yönetim felsefesinin temeline kaliteyi yerleştiren ve bütün süreçlerini uluslararası standartlarla ölçen hastaneler ortaya çıktı. Organizasyon yapısını kurumsallaşma üzerine ve uzun vadeli hedeflere göre konumlandırmış kurumlar büyük sağlık işletmelerinin yönetim felsefesinin temeline yerleşmeye başladı.

Sektörde kalifiye bir yönetici olmak için nasıl bir donanıma sahip olmak gerekir?
Temel işletme prensipleri açısından bakıldığında, sağlık işletmeciliğinde temel kurgunun bir doktorun hastaya hizmet vermesi üzerine kuruludur. Fakat bu basit gibi görünen kurgunun hayata geçmesi için onu destekleyen diğer kademelerin ise son derece ayrıntılı, teknik ve özel süreç yönetimi gerektiren yapılar olduğunu belirtmek gerekir. Yani bir sağlık işletmesi yönetiyor gibi görünseniz de beş yıldızlı bir otel, kafe -restoran, eczane, tıbbi malzeme firması, çağrı merkezi, IT şirketi, hukuk ofisi, mimarlık bürosu, pazarlama ve İletişim şirketi, lojistik firması, muhasebe ve mali müşavir ofisi, teknik servis, İK, biyomedikal destek hizmetleri gibi birçok firmayı aynı anda yönetmelisiniz.

Bu alandaki en büyük zorluk nedir?
Yönettiğiniz tüm kadroların neredeyse tamamının alanında uzman olması ve oldukça zor eğitimlerle alınan bu uzmanlıkların entelektüel birikimlerle birleşiminin yarattığı egosantrik İK sürecinin yönetilmesi en zor süreçtir. Özel sağlık sektörü esasında tüm yöneticilerini kendi deneyimleri ve pratikleriyle yetiştirmektedir. Yetişen bu kadroların azlığıysa sektörün gelişimi için önümüzdeki dönem için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.

Hastane yöneticiliğinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye de önümüzdeki dönem sadece özel sağlık sektörü için değil, devlet hastaneleri içinde ciddi hastane yöneticisine ihtiyaç var. Son yıllardaki yabancı yatırımcıların sektöre girmesiyle sağlık sektöründeki profesyonel yönetimin önemi giderek artmıştır. Zincir hastanelerin sayısı ve özellikle de önümüzdeki 10 yıl içerisinde yabancı sağlık yatırımcılarının sayısı ciddi ölçüde artacak. Bu kapsamda özellikle üniversite öğrencileri adaylarının gelecekte bu meslekten bekleyebilecekleri çok şey olduğunu düşünüyorum. Tercihlerini ve kariyer planlarını bu alanda değerlendirmek isteyenin önü gerçekten açıktır.

"Üniversite kuracağız"
Şerafettin Demiray- Medicana Sağlık Grubu İK Direktörü
On yıl öncesine kadar Türkiye'de sadece birkaç üniversitede sağlık yöneticiliği - işletmeciliğiyle ilgili programlar varken, özellikle vakıf üniversitelerinin de devreye girmesiyle sağlık yöneticiliği alanında birçok yeni program açıldı. Hatta bu alanda branşlaşmaya doğru gidildiğini de söyleyebiliriz. Sağlık sektöründe çalışmak isteyen gençlerin öncelikle hastanelerde var olan organizasyon yapılarını ve departmanları tanımalarında fayda var. Bunun da en iyi yöntemi staj yapmaktır. Medicana Sağlık Grubuna bağlı tüm hastaneler, her yıl üniversitelerin kariyer günlerine katılarak grubu ve hastanelerimizi tanıtırlar. Planımız, önümüzdeki yıldan itibaren, tıbbi programların dışındaki, sağlık işletmeciliği ve yöneticiliği bölümlerini de ziyaret ederek, hastanelerimizi ve iş imkânlarını tanıtmak olacak. Ayrıca sağlık sektörüne ara kademe elemanlar ve orta düzey yöneticiler yetiştirecek bir üniversite projemiz var. Bunun yanı sıra İstanbul Arel Üniversitesiyle afiliasyon çalışmalarımız da devam ediyor.

Alıntı:İş'te insan/Elif AKIN

YÖK üniversitelerdeki disiplin yönetmeliğini değiştirdi

EVET BEKLENEN OLDU.ÜNİVERSİTELER ÖZGÜR ALANLAR OLMAKTAN ÇIKIYOR...ALKOL YASAK , YÜRÜYÜŞ YASAK...

YÖK tarafından hazırlanan "Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği" Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Buna göre, 1985 tarihli 27 yıllık eski yönetmenlik yürürlükten kaldırılırken, yeni yönetmenlik, özellikle üniversitelerdeki siyasi eylem ve yürüyüşleri önleyici ağır disiplin suçları getiriyor.

OKULDAN ATILMA SUÇLARI

Yapılan değişikliğe göre, Yükseköğretim kurumundan çıkarma cezasını gerektiren disiplin suçlarının, "Mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmak kaydıyla, suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, böyle bir örgütü yönetmek veya bu amaçla kurulan örgüte üye olmak, üye olmamakla birlikte örgüt adına faaliyette bulunmak veya yardım etmek, Yükseköğretim kurumlarında uyuşturucu veya uyarıcı maddeleri satmak, satın almak, başkalarına vermek ve ticaretini yapmak, 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanuna aykırı olarak ateşli silahlarla, mermilerini ve bıçaklarla saldırı ve savunmada kullanılmak üzere özel olarak yapılmış bulunan diğer aletleri, patlayıcı maddeleri kullanmak ve Kişilerin vücudu üzerinde cinsel davranışlarda bulunmak suretiyle cinsel dokunulmazlıklarını ihlal etmek" şeklinde olduğu kaydedildi.

SİLAH VE BIÇAK TAŞIYANA, EYLEM YAPANA 2 YARIYIL UZAKLAŞTIRMA

Yükseköğretim kurumundan 2 yarıyıl için uzaklaştırma cezasını gerektiren disiplin suçlar ise şu şekilde uygulanacak, " Yükseköğretim kurumu görevlilerine karşı cebir ve şiddet kullanarak görevin yapılmasına engel olmak, Öğrencilere karşı cebir ve şiddet kullanarak yükseköğretim hizmetlerinden yararlanmalarını engellemek, Bir kimseyi veya grubu, cebir veya tehditle suç sayılan bir eylemi düzenlemeye veya böyle bir eyleme katılmaya zorlamak, Yükseköğretim kurumları içerisinde uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanmak, taşımak, bulundurmak, Sınavlarda tehditle kopya çekmek, kopya çeken öğrencilerin sınav salonundan çıkarılmasına engel olmak, kendi yerine başkasını sınava sokmak veya başkasının yerine sınava girmek, Yükseköğretim kurumlarında cinsel tacizde bulunmak, Yükseköğretim kurumlarında 10/7/1953 tarihli ve 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanuna aykırı olarak ateşli silahlarla mermilerini ve bıçaklarla saldırı ve savunmada kullanılmak üzere özel olarak yapılmış bulunan diğer aletleri, patlayıcı maddeleri taşımak ve bulundurmak ve Yükseköğretim kurumunun bilişim sistemine girerek kendisine veya başkasının yararına haksız bir çıkar sağlamak."

1 YARIYIL CEZA VERİELECEK EYLEMLER

Yükseköğretim kurumundan 1 yarıyıl için uzaklaştırma cezasını gerektiren eylemler de ise, "Yükseköğretim kurumu personeli ve öğrencilerini tehdit etmek, Yükseköğretim kurumlarında işgal ve benzeri fiillerle yükseköğretim kurumunun hizmetlerini engelleyici eylemlerde bulunmak, Kurum personeli ve öğrencilerine fiili saldırıda bulunmak, Yükseköğretim kurumlarında hırsızlık yapmak, Yükseköğretim kurumu bünyesinde mevcut bina, demirbaş eşya ve benzeri malzemeyi tahrip etmek veya bilişim sistemine zarar vermek, Sınavlarda kopya çekmek veya çektirmek ile Seminer, tez ve yayınlarında intihal yapmak" şeklindeki maddeler üzerinde uygulama yapılacak.

ÜNİVERSİTEDE ALKOL YOK, BOYKOT YOK, İZİNSİZ YÜRÜYÜŞ YOK

Yükseköğretim kurumundan 1 haftadan 1 aya kadar uzaklaştırma cezasını gerektiren eylemler için ise uygulanacak maddeler şu şekilde, " Öğrenme ve öğretme hürriyetini engelleyici eylemlerde bulunmak, Disiplin soruşturmalarının sağlıklı bir şekilde yürütülmesini engellemek, Yükseköğretim kurumundan aldığı kendine hak sağlayan bir belgeyi başkasına vererek kullandırmak veya başkasına ait bir belgeyi kullanmak, Yükseköğretim kurumunda kişilerin şeref ve haysiyetini zedeleyen sözlü veya yazılı eylemlerde bulunmak, Yükseköğretim kurumu personelinin, kurum içinde ya da dışında, şeref ve haysiyetini zedeleyen sözlü veya yazılı eylemlerde bulunmak, Yükseköğretim kurumunda alkollü içki içmek ile Yükseköğretim kurumuna ait kapalı ve açık mahallerde yetkililerden izin almadan toplantılar düzenlemek."

KINAMA CEZASI VERİLECEK MADDELER

"Yükseköğretim kurumu yetkililerince istenilen bilgileri eksik veya yanlış bildirmek, Ders, seminer, uygulama, laboratuvar, atölye çalışması, bilimsel toplantı ve konferans gibi çalışmaların düzenini bozmak, Yükseköğretim kurumu içinde izinsiz afiş ve pankart asmak, Yükseköğretim kurumunca asılmış duyuruları, program ve benzerlerini koparmak, yırtmak, değiştirmek, karalamak veya kirletmek, Sınavlarda kopyaya teşebbüs etmek" şeklindeki suçlar için ise öğrencilere Kınama Cezası verilecek.

UYARI CEZASI UYGULANACAK EYLEMLER

Üniversitelerde uyarma cezasını gerektiren eylemler ise şu şekilde; " Yükseköğretim kurumu yetkililerince sorulan hususları haklı bir sebep olmadan zamanında cevaplandırmamak, Yükseköğretim kurumu yetkililerince tesbit edilen yerler dışında ilan asmak, Yükseköğretim kurumunun izniyle asılmış duyuruları, program ve benzerlerini koparmak, yırtmak, değiştirmek, karalamak veya kirletmek."

Yönetmenliğe göre, aynı olaydan dolayı, öğrenci hakkında ceza kovuşturmasının başlamış olması, disiplin soruşturmasını geciktirmeyecek. Öğrenci hakkında ceza kovuşturması açılmış olması, kanuna göre mahkum olması veya olmaması disiplin cezasının verilmesine engel teşkil etmeyecek.

 Alıntı:medimagazin.com.tr

Reçeteyle numaralı yerine güneş gözlüğü alınamayacak

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), sağlık harcamalarında vatandaşların reçeteyle numaralı gözlük yazdırıp güneş gözlüğü alma devrini bitiriyor. Sağlık Bakanlığı ve optik sektörünün temsilcileri ile ortak yapılan çalışmalar neticesinde bu ay itibarıyla gözlük cam ve çerçeveleri için tek boyutlu barkodlardan çok daha fazla veri saklama kapasitesine sahip olan karekod uygulamasına geçildi. Böylelikle; SGK üretici, ithalatçı ve optik mağazalarının ellerindeki stok adetlerini ve tiplerini seri şekilde takip edebilecek. Bu sayede, kaçak gözlüklerin satışı olmayacak, gözlük çerçevelerinin garanti belgesi illegal olarak çağaltılarak SGK'ya mükerrer ibraz edilemeyecek. SGK, Türkiye'de her yıl yaklaşık 20 milyon vatandaşın gözlük cam ve çerçevesi için ortalama 300 milyon liralık fatura ödüyor. 

Alıntı:Sabah/Safure CANTÜRK

7 Ağustos 2012 Salı

4+4+4 uygulamasında sağlık raporu istenecek


4+4+4 UYGULAMASINDA ÇOCUĞUNU OKULA GÖNDERMEK İSTEMEYN AİLELERDEN SAĞLIK RAPORU İSTENECEK.ÜLKEMİZİN GELECEĞİ İLE OYNANMAYA DEVAM EDİLİYOR.ÜSTELİK BİLİMSELLİK ADINA...

4+4+4 kademeli zorunlu eğitim sistemi kapsamında okula başlama yaşını 66 aya indiren Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), yaş sınırını doldurduğu halde çocuğunu okula göndermek istemeyen velilerden sağlık raporu isteyecek. Sağlık Bakanlığı haricinde özel hastaneler, aile hekimleri ve sağlık ocaklarının raporları kabul edilmeyecek.

Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri, şunları söylediler: “Velinin hastaneden aldığı sağlık raporunda, ‘Çocuğun zihnen okula başlaması uygun değildir’ denilirse, bu çocuklar anaokuluna alınacak. Ama çocukların kesinlikle eğitimden uzaklaştırılması söz konusu olmayacak.

Sadece velinin ‘Ben çocuğumu okula göndermek istemiyorum’ demesi bizim için yeterli değil. O nedenle sağlık raporu istiyoruz. Bu konuda çok kararlıyız. Peşini de asla bırakmayacağız. Bütün bunlara rağmen çocuğunu okula göndermeyen ailelere de zaten idari para cezamız var. Günlük 15 lira para cezası keseceğiz. Cezaya rağmen çocuk yine gönderilmezse ek 500 lira ceza daha kesilecek.

Alıntı : Esra KAYA/HÜRRİYET


TTB'NİN 4 AĞUSTOS TARİHLİ BASIN AÇIKLAMASI....


BASIN BİLDİRGESİ 

4+4+4 Uygulamasına Ailelerin Gösterdikleri Tepkilerin Çözüm Yeri Hastaneler Değil Eğitim Kurumlarıdır!

4+4+4 uygulamasıyla 66 ayı doldurmuş çocuklarımızın ilköğretime başlamasının gündeme gelmesi, ailelerin buna karşı çıkmaları ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın konuya çözüm bulmak yerine aileleri çocuk psikiyatristlerine yönlendirerek soruna hastanelerden çözüm beklemesi üzerine bu toplantıyı düzenlemiş bulunuyoruz. Eğitimcilerden ve sağlık bilimcilerden görüş alınmaksızın hazırlanan bu yasanın çocuklar açısından sakıncalarını ve çözüm önerilerimizi iletmek dileğindeyiz.

Gelişim dönemi açısından henüz oyun çağında bulunan 66 aylık çocuğun okul öncesi eğitim almadan ilkokul disiplinine girmesi, onun ruhsal, duygusal ve bilişsel gelişimini sekteye uğratarak yıllarca sürecek olan akademik hayatı açısından olumsuz sonuçlar doğuracaktır..

5 yaş çocuğu (60-71 aylar arası)zihinsel, fiziksel, sosyal ve psikolojik olarak ilkokula henüz hazır değildir. Çocuğun okul eğitimine katılabilmesi için gerekli sosyal, duygusal, bilişsel, dil ve motor becerilerinin gelişimi 6 yaştan(72 ay) önce tamamlanmaz. Bu bilimsel ortalama dışında kalan çok az çocuk vardır.

 Çocukların bu gelişimleri tamamlanmadan ilkokul 1. sınıfa başlamaları ruh sağlığını pek çok yönden olumsuz olarak etkileyecektir:

-Küçük yaşta okula başlayanlarda ayrılık kaygısı rahatsızlığı görülme riski, altı yaşında ilkokula başlayan çocuklara göre daha fazladır. Özellikle bu çocuklar okul öncesi eğitim almadılarsa risk daha da artmaktadır.

-Dürtü kontrolü 5 yaşındaki bir çocukta tam gelişmediğinden davranışlarının kontrolünü sağlamakta zorlanacak, sınıfta sırasında bekleyemeyecek ve ilkokulda uyması gereken kurallara uymakta güçlükler yaşayabilecektir.

-Beş yaşından önce el-göz kordinasyonunun, ince motor becerilerin, işlemsel düşüncenin tam gelişmemiş olması, soyut düşüncenin yetersizliği ve dikkati sürdürmedeki güçlükler nedeniyle bu yaştaki çocuklar öğrenme becerilerinde zorlanacaklardır. Bu yaştaki çocukların okulda belli seviyede başarı elde etmekte zorlanmaları gelişimsel açıdan normal olmasına karşın okul programları kapsamında beklenen kazanımları karşılamamaları nedeniyle, başarısızlık olarak yorumlanacak ve gereksiz olarak ‘zeka geriliği’, ‘öğrenme güçlüğü’ veya ‘dikkat eksikliği’ olduğu gibi tanımlara maruz kalacaktır.

Ayrıca bu çocukların 6 yaş grubu (72-83 aylar) ile aynı sınıflarda eğitime alınacağı açıklanmıştır. Bu da ayrı bir sakınca getirmektedir. Bu demektir ki aynı sınıfta 60-83 aylar arasında, yani aralarında yaklaşık 2 yıl fark olabilen çocuklar olacaktır. Bu durumda gelişimsel özellikler açısından 72-83 aylık çocuklar doğal olarak 60-66 ay arasındakilere göre çok önde olacak, onlardan daha hızlı öğrenecek, beklenenleri daha kolay yerine getirecektir. 60-66 aydakiler de bu durumda zorunlu olarak sınıfın daha başarısız ve geriden gelen grubunu oluşturacaklardır, yani bu grup daha okula başlarken başarısızlık duygusuna mahkum edilecek ve bu duygu onlarla eğitim yaşamları boyunca gidecektir. Erken dönemde kazanılan başarısızlık duygusunun çocukların daha sonraları da kendilerine güven duymalarını engellediği bilimsel olarak gösterilmiştir. Erken dönemde başarısızlık duygusu edinen çocukların okuldan soğudukları ve okul yaşamını kısa sürede bıraktıkları yapılan araştırmaların çok net olarak ortaya koyduğu bir gerçektir. Dolayısıyla eğitime başlama yaşını aşağıya indirmenin önemli bir sonucu kendini başarısız görerek büyüyen ve dolayısıyla kendine güvensiz ve başarılı olabileceğine inancı kalmamış nesiller yetiştirmek olacaktır. Milli Eğitim Bakanlığı böyle bir sorumluluk aldığının da farkında mıdır?

Ayrıca 5 yaş uygulaması 1983-1985 yıllarında zaten ülkemizde denenmiş ve olumsuz sonuçlarından dolayı vazgeçilmiştir,

Ülkemizde yapıldığı gibi okul öncesi eğitimi ilkokulun ilk yılına sıkıştırmak ve sınıf öğretmenlerini okul öncesi çağı çocuklarıyla eğitim yapmaya zorlamak gibi bir uygulama dünyada kabul görmemekte, gelişmiş ülkelerde yaygın ve ücretsiz okul öncesi eğitim ve kreş imkanları sağlanmaktadır. Eğitimin bu evreleri çocuğa temel oluşturduğundan vazgeçilmez önemdedir, geçiştirilemez.

 Daha önce de duyurmaya çalıştığımız tüm bu gerçeklere karşın okullarda ve müfredatta hiçbir yeterli hazırlık olmadan uygulama başlatılmaktadır. Okulların maddi koşulları, sıraları, tuvaletleri, tahtaları bu denli küçük çocuklar için hazır değildir. İlköğretim öğretmenleri 5 yaş çocuklarla çalışmaya ve aralarında 2 yaş fark olan iki farklı grubu aynı sınıf ortamı içinde eğitmeye hazır değildir. Bu sınıflar köy okullarındaki her yaştan 1-2 çocuğun bulunduğu sınıflarda çok daha farklı olacaktır ve öğretmenler için de buna uygun mesleki eğitim programı yapılması gerekir. Veliler de endişelidir. Birçok velinin çocuğunu okula göndermek istemediğini basından da duymaktayız. Milli Eğitim Bakanlığı ise bu uygulamanın yanlışlığını ve sakıncalarını görmek ve çözüm aramak yerine “çocuğunu okula göndermek istemeyen nörologlardan ya da psikiyatrlardan çocuk zihnen okula başlamaya uygun değildir, diyen rapor almak zorundadır” diyerek çözüm bulma işini, hiç danışmadan doktorlara atmıştır.

Bu duyurular ve düzenlemeler çocuğunun durumu hakkında kaygılanan pek çok ailenin, çocuğunu okula bu yıl başlatmamak için doktor kapılarına dayanmasına yol açmıştır. Plansız, programsız, bilimi ve tarafların itirazlarını dikkate almadan dayatılan uygulamalar nedeniyle hekimler zor duruma sokulmakta, hatta ailelerle karşı karşıya bırakılmaktadır. Sayısı 600.000’i bulduğu belirtilen bu çocukların çocuk psikiyatrisi veya çocuk nörolojisi kliniklerinde değerlendirilmesinin ne demek olduğunun Milli Eğitim Bakanlığı’nca yeterince düşünülmemiş olduğu kanısındayız. Bir çocuğun çocuk psikiyatrisi kliniğinde değerlendirilmesi en az 30-45 dakikadır. Bu değerlendirme için ailelerin önceden randevu alması gerektiğinden randevu sıraları yoğun başvuru nedeniyle çok uzayacak, çocukların bir kısmı okul açılma zamanı geldiğinde bile değerlendirilememiş olabilecek ve yanlış sınıfa verilme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Ayrıca bu grubun randevuları doldurması kliniklerde tedavisi sürdürülmekte olan hastaların randevularını aksatacak ve tedavileri de yarım kalmış olacaktır. Milli Eğitim Bakanı’nın bu önerisi pratik uygulamada yaratacağı önemli sorunlar nedeniyle uygulanabilir görünmemektedir. Bu sadece milli eğitim kurumlarında çözüm bulması gereken bir sorunun sorumluluğunu başka bir meslek grubuna yükleyerek çözüm aramaktan sıyrılmaya çalışması ve kendi çaresizliğiyle hekimlerden medet ummasıdır.

Milli Eğitim Bakanı geçtiğimiz günlerde bir açıklama daha yapmıştır: “Orta ve alt gelir grubundan vatandaşlar çocuğunu okula göndermek isterken, üst ve orta gelir grubu ve eğitimli kesimin çocuğunu okula göndermekten çekindiğini” ifade etmiştir. Bu sözler, eğitimde iyice belirginleşen sınıfsal ayrışmanın ve fırsat eşitsizliğinin göstergesidir. Belli ki “eğitimli kesim”den birçok veli mevcut sorunları görmekte ve çocuğunu okula geç başlatmak istemektedir.. Az eğitimli ve dar gelirli ailelerin çocuklarını ‘bir an önce yetiştirmek kaygısı’ büyük olduğundan onların ‘çocukları erken okula gönderip, bir an önce bu sorumluluğu tamamlamak’ endişesi anlaşılır birşeydir. Çocuklarını okula erken başlatan üst ve orta gelirli, eğitimli aileler belki özel dersler ve diğer destekleyici eğitimlerle erken başlamanın dezavantajlarını ortadan kaldırabileceklerdir. Ancak yoksul ve daha az eğitimli kesimin erkenden noksan koşullarda eğitime başlayan çocuklarını ise bekleyenler:

-Eğitim sürecinde yaş farkından doğan açıkların kapatılamaması ve mevcut konumlarının daha da dezavantajlı hale gelmesi,

-Okul eğitimi aşamasında yaşanan zorluklar sonucunda zorunlu olarak mesleki eğitime yönelme ve daha erken yaşta çıraklıkla, işyerleriyle tanışmaları, ve

-Özellikle kız çocukları için; daha erken bir yaşta açık lise uygulaması ile mekânsal olarak okuldan koparılmalarıdır.

Sonuç olarak: şimdiye dek, eğitim fakültelerinin, meslek örgütlerinin ve eğitimcilerin hiçbir önerisini dikkate almayan Milli Eğitim Bakanlığı’nı ve çocuklarımızı yeni dönemin başlamasıyla okullarda bir kaos ortamı beklemektedir. Endişemiz bu kaostan öğrencilerimizin onarılamayacak zararlar görmesidir. Çocukların 72 aydan önce ilkokul 1. sınıfa başlamaları başta kaygı bozuklukları, okul başarısızlığı, kendine güvensiz olarak büyümeleri ve davranış sorunlarının gelişmesi açısından sakıncalıdır. Bu yaştaki çocukların okul öncesi eğitim almaları daha doğrudur.

Saydığımız bilimsel gerekçeler ışığında ilkokula başlama yaşı 72 ay ve üstü olarak ivedilikle düzeltilmelidir. Önümüzdeki eğitim-öğretim yılı için söz konusu yasal düzenleme yetiştirilemeyecek ise Milli Eğitim Bakanlığı taraflarla bir araya gelerek çocuklarımızın zarar görmeyeceği bir çözümü ortaya koymalı, aileleri hekimlere yönlendirmekten vazgeçmeli, ülkenin eğitim sorunlarına çözüm için hekimlerden çare bekler duruma düşülmemelidir.

Saygılarımızla kamuoyuna duyururuz.

Türk Tabipleri Birliği / Türkiye Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Derneği / Eğitim Sen (Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası)

TTB’nin sağlık kampüsleri ile ilgili açtığı davalarda yürütmeyi durdurma kararı çıktı.

Alıntıdır...

BASIN AÇIKLAMASI

Kamu Özel Ortaklığı: 5 Yıldızlı Soygun


Danıştay 13. Dairesi Ankara-Etlik, Ankara-Bilkent ve Elazığ’daki “Kamu Özel Ortaklığı” yöntemiyle açılan sağlık kampüsleri ihalelerinin yürütmesini durdurdu. Yürütmesi durdurulan kamu – özel ortaklığı yöntemi Sağlık Bakanlığı tarafından bütün kamu hastanelerine yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bu yöntem hastane binasının, kamu tarafından tahsis edilen arazilerde özel şirketler tarafından yapılarak devlete kiraya verilmesi, devletin de hem şirketlere kira ödemesi hem de bu tesiste verilecek “çekirdek hizmet” dışındaki otopark, otel, banka şubesi, restoran, kafeterya, konferans ve kültür merkezi, yaşlı bakımevi, kreş, personel servisi, taksi hizmetleri, zayıflama ve diyet merkezi gibi alanları ile tıbbi destek hizmetleri, bilgi işlem, hasta danışmanlığı, sterilizasyon, çamaşırhane, temizlik, güvenlik, yemekhane, arşiv, binaların tamiri, bakımı, işletilmesi, park ve bahçe bakımı, ambulans gibi bütün hizmetlerin, yirmi beş yıldan kırk dokuz yıla kadar, bu şirketlere devredilmesidir.

Bu yöntem dünyada İngiltere başta olmak üzere kimi ülkelerde uzun yıllar önce uygulamaya konuldu. Kamu Özel Ortaklığı’nın (Public Private Partnership-PPP) yaklaşık 20 yıldır uygulandığı İngiltere’de hastaneler kiralarını ödeyebilmek için hekimlerin de aralarında bulunduğu çok sayıda çalışanı işten çıkarmaya başladı. Kirasını karşılayabilmek için yüksek gelir elde edeceği hizmetleri verip diğer gelir getirmeyen hizmetlerden vazgeçmeye başladı. Bu yöntemle işletilen kimi hastaneler toplum için gerekli ancak şirket için karlı olmayan sağlık hizmetlerini vermemeye yatak sayılarını azaltmaya başladılar.

Greenwich’te 2001’de kamu özel ortaklığının ilk hastanesi olarak yapılan Queen Elizabeth’in 2005 yılında teknik olarak iflas ettiği açıklandı. Gelişmeler ve eleştiriler üzerine İngiliz Parlamentosu, yolsuzluk, hatalı muhasebeleştirme, kamu maliyesi açısından ciddi risk oluşturması, kamu yararına aykırı uygulamalar konusunda yoğun şikâyetleri dikkate alarak Nisan 2011’de bir Araştırma Komitesi kurulmasını kararlaştırdı. Kanada’da ve İskoçya’da halkın tepkisi üzerine son yıllarda bu yolla yapılması planlanan projelerden vazgeçildi. Türkiye ise ilk kamu özel ortaklığı ihalesini Nisan 2011’de yaptı.

Beş Hastane: 22.5 Milyar TL Borç

Sağlık Bakanlığı Türkiye’yi 29 sağlık bölgesine ayırdı. Aralarında Türkiye Halk Sağlığı Kurumu ve Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu idari binalarının da bulunduğu, toplam 45 proje için Kamu Özel Ortaklığı ihale süreci devam ediyor. Bugüne kadar Kayseri, Ankara-Etlik, Ankara-Bilkent, Manisa, Konya-Karatay, Yozgat, Elazığ, İstanbul-İkitelli ve Mersin kampüslerinin ihalesi yapıldı.

Bugüne kadar yapılan ihaleler ile şirketlere ödenecek kira bedellerinin ne olduğu resmi olarak açıklanmamıştır. Kayseri 137.73 Milyon, Ankara-Etlik 319 Milyon, Ankara-Bilkent 289 Milyon, Manisa 64.25 Milyon, Konya-Karatay 88.79 Milyon TL yıllık kira belirlendiği basın yoluyla öğrenilmiştir. Yozgat, Elazığ, İstanbul ve Mersin ihalelerindeki tutara ilişkin hiçbir bilgi bulunamamıştır. Kira bedeli öğrenilebilen beş ihaledeki yıllık kiralar toplamı bugünün rakamlarıyla 898 Milyon 770 Bin TL’dir. Bu rakam 25 yılda toplam 22 Milyar 469 Milyon 250 Bin TL olacaktır. Toplam 45 projenin kira bedeli ve ihale karşılığının ise yüzlerce milyar TL tutacağı tahmin edilmektedir.

Oysa Erzurum’da, 2011 yılında 1.200 yataklı devlet hastanesinin yapılması işi 193 milyon 270 bin TL’ye ihale edildi. Aynı yıl Kamu Özel Ortaklığı yöntemi ile 1500 yataklı Kayseri Entegre Sağlık tesisi ihalesinde ise sadece bir yıllık kira bedeli 137 milyon 73 bin TL olarak belirlendi. Yani Kayseri’de özel şirkete ödenecek bir buçuk yıllık kira ile 1200 yataklı bir hastanenin yaptırılması mümkün.

Sağlık Bakanlığı’nın 2012 yılı bütçesinin 14 Milyar TL, döner sermaye bütçesinin ise 16 Milyar TL olduğu ve sadece beş hastane inşaatı için ödenecek kira miktarı değerlendirildiğinde, 45 kamu özel ortaklığı projesi için Sağlık Bakanlığı’nın bütçesi ve döner sermaye gelirlerinin toplamının yıllık kirayı ödemeye yetmeyeceği anlaşılmaktadır.

Türkiye’de İngiltere’de uygulanan yöntemden farklı olarak şirketlere bazı yeni avantajlar da sağlanmıştır. Sağlık Bakanlığı kamuya ait hastaneleri kapatarak yerlerini alışveriş merkezi veya otel yapmak üzere özel şirketlere devrediyor. Görüntüleme ve laboratuvar hizmetlerini de ihaleyi alan firmalara veriyor.

Hekimler ve Sağlık Çalışanları Sözleşmeli İşçi, Hastalar Müşteri, Soygun 5 Yıldızlı

İhaleler yoluyla sağlık alanı tümüyle dönüştürülürken, hekimlerin, sağlık personelinin sözleşmeli çalışması, giderek taşeron işçisi olması öngörülüyor. Yapılacak sağlık kampüslerinin yıllık kiraları döner sermayeden ödenecek. Kiraların ödenmesi için hekimlerin, sağlık personelin döner sermayeden aldıkları ücretleri “azaltılacak”. Ayrıca bu hastanelerde eğitim ve araştırma yapacak asistan hekimlerin statüsünün ne olacağı, özel şirketlere devredilen eğitim birimlerinde nasıl eğitim alabilecekleri de belirsiz.

Üstelik Sağlık Bakanlığı “beş yıldızlı otel konforunda hastaneler” olarak tanıtım yapıyor, ancak Sosyal Güvenlik Kurumu 5510 sayılı Yasanın 73. Maddesine göre “Kurumca belirlenmiş standartların üstündeki talepleri karşılayan otelcilik hizmetlerinin” hizmeti alanlarca karşılanmasını kabul ediyor. Yani SGK “5 yıldızlı otel konforunu” değil pansiyon odasının ücretini ödüyor. Aradaki fark ise vatandaşın cebinden alınacak. Üstelik Kamu özel ortaklığında hastanelerin morg, gasilhane, tıbbi destek hizmetlerinin de özel şirketler tarafından verilmesi kararlaştırılıyor. Özel şirketlerin doğrudan verdiği bu hizmetlerin parasının nasıl ve kim tarafından ödeneceği de belirsiz. Bu durumda vatandaşların “devlet hastanesi” diye başvurdukları sağlık tesisinden taburcu olurken çıkarılan faturalar sayesinde yeniden hastaneye yatmaları söz konusu olabilecektir.

Danıştay: İhaleler Hukuka, Düzenleme Anayasaya Aykırı

Türk Tabipleri Birliği’nin açtığı davalarda Danıştay 13. Dairesi Etlik, Bilkent ve Elazığ sağlık kampüsü ihalelerinin yürütmesinin durdurulmasına karar verdi. Mahkeme kararında mevcut hastanelerin ihaleyi alan şirketlere ticari alan olarak devrinin açıkça hukuka aykırı olduğu ve ihale şartnamesinin mevzuata aykırı olduğunu belirledi.

Mahkeme ayrıca Kamu Özel Ortaklığı düzenlemesinin yapıldığı 3359 Sayılı Yasanın Ek/7. maddesinin 8. fıkrasının Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerine aykırı olduğuna ilişkin TTB itirazlarını değerlendirmiştir. Danıştay İtiraz Yolu ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına karar vermiştir. Kararın gerekçesinde; Kanunda yeterli belirlemenin yapılıp sınır çizilmediği, yürütmeye sınırsız bir alanda ilk elden düzenleme yetkisi verildiği, uygulamaya konulacak sistemde öngörülen kira ilişkisine esas olan temel ilkelerin, tarafların hak ve yükümlülüklerinin, uygulanacak ihale usulü ve sisteminin genel çerçevesinin, sözleşmenin niteliği ve kapsamına ilişkin temel belirlemelerin yapılmadığı, bu durumun Anayasa’ya aykırı olduğu belirtilmiştir.

Sağlık Bakanlığı’na Çağrımızdır: Bütün İhaleleri Durdurun

Danıştay 13. Dairesi’nin verdiği kararlar ışığında, tespit edilen hukuka ve Anayasa’ya aykırılıklar nedeniyle yapılmış ve yapılması düşünülen bütün ihalelerin durdurulması gerekir.

Kanada’da ve İskoçya’da olduğu gibi Sağlık Bakanlığı’nın da Kamu Özel Ortaklığı adı altındaki yanlış yoldan bir an önce dönmesi için çağrı yapıyoruz. Ülkemiz, İngiltere gibi zararı fark etmek için 20 yıl beklemek zorunda değildir. Üstelik işsizliğin ve yoksulluğun tırmandığı ülkemizde şirketleri zengin etmek için ayıracak kaynağımız yoktur.

Birbiri ardına getirilen sayısız katkı payı uygulamaları, cepten ödemeler ve yurttaşların ödediği vergilerden oluşan kaynakları konsorsiyumlara rant olarak dağıtmaya çalışanlar her zaman için Türk Tabipleri Birliği’ni karşılarında bulacaklardır.

Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ

Aile hekimlerine nöbet uygulamasının ayrıntıları netleşti

Sağlık Bakanlığı'nca aile hekimlerine ve aile sağlığı elemanlarına nöbet öngören yasanın uygulamasına yönelik düzenlemeye gidildi.

Çalıştıkları mahalli mülki sınırlardaki sağlık tesislerinde nöbet tutturulabilecek aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarına, ancak belirli yataklı tedavi kurumlarında kendi talebiyle bu görev verilebilecek.

Aile Hekimliği Kanunu'nda yapılan düzenlemeyle entegre sağlık hizmeti sunulan merkezlerde artırımlı ücretten yararlananlar hariç olmak üzere, aile hekimlerine ve aile sağlığı elemanlarına ihtiyaç ve zaruret hasıl olduğunda haftalık çalışma süresi ve mesai saatleri dışında, 657 sayılı kanunun ek 33'üncü maddesinde belirtilen yerlerde nöbet görevi verilebileceği ve bunlara aynı maddede belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde nöbet ücreti ödeneceği hükmü getirilmişti.

Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Nihat Tosun tarafından bu değişiklik paralelinde uygulamaya yönelik bir genelge yayımlandı.

BELİRLİ TEDAVİ KURUMLARINDA
Buna göre 657 sayılı kanunun ek 33'üncü maddesinde zikredilen sağlık tesislerinde tutulan nöbetler için ücret ödeneceğinden, aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları, sadece söz konusu yasada öngörülen belirli yataklı tedavi kurumlarında ihtiyaç duyulduğu takdirde kendi talepleriyle nöbet tutacak.

Aile hekimliği çalışanlarına belirli hallerde talepleri olmaksızın da nöbet görevi verilebilecek.

Bu personele, sağlık tesisinin büyükşehir belediye sınırları dışında olması, pratisyen hekim veya diğer yardımcı sağlık personeli sayısının belirli bir oranın altında bulunması gibi şartların tümünün gerçekleşmesi halinde isteği dışında nöbet tutturulabilecek.

Bu kriterler doğrultusunda başhekimlikler ihtiyaç belirleyerek personel talebine bulunacak.

Halk sağlığı müdürlüğünün uygun görüşüyle il sağlık müdürlüğünün alacağı onay sonucu görevlendirme yapılacak.

GÖREV YAPTIKLARI MAHALLİ MÜLKİ SINIRLARDA
Aile hekimliği çalışanlarına görev yaptıkları mahalli mülki sınırlardaki sağlık tesislerinde nöbet görevi verilebilecek.

Beldede çalışanlar ancak bağlı olduğu ilçe merkezinde nöbet tutacak.

Bununla ilgili Şanlıurfa örneği verilen genelgeye göre, ancak Siverek ilçe merkezi ile beldelerinde görev yapan aile hekimliği çalışanlarına Siverek Devlet Hastanesi'nde nöbet görevi verilebilecek.

Tek aile sağlığı biriminin bulunduğu aile sağlığı merkezindekilere nöbet görevi verilmeyecek.

Aile sağlığı çalışanlarına mesai saatleri içinde nöbet tutturulmayacak.

NÖBET İZNİ
Aile hekimliği çalışanlarına haftalık mesaisi dışında tuttuğu nöbetler için izin verilmeyecek. Ancak nöbetler ertesi gün çalışmasına imkan verecek şekilde düzenlenecek.

Bu nöbetler karşılığında ilgili yasa hükmü çerçevesinde ücret ödenecek.

E-2 ve E-3 tipi entegre hastanelerde aile hekimliği uygulama yönetmeliği hükmü çerçevesinde nöbet hizmetleri sürdürülecek.

Aile hekimliği çalışanlarına isteği dışında nöbet tutturulabilmesi için sağlık tesisinin büyükşehir belediye sınırlarında olma şartı  aranacak.

Personel bakımından yetersizlik halinde talep aranmadan da nöbet görevi verilebilecek..

Ayrıca, yataklı tedavi kurumları, seyyar hastaneler, ağız ve diş sağlığı merkezleri ve 112 acil sağlık hizmetlerinde tutulan nöbetler için ücret ödenecek.

Alıntı: AA,Cnn turk

Sağlık çalışanına şiddeti biterecek şaşırtan formül..Tabiki polisten...

Cizre Devlet Hastanesi'nde görevli Dr. Şenol Kildaci, geçen Perşembe günü hasta muayenesi sırasında, iddiaya göre gelen birkişi önce kendi hastasını muayene etmesini istedi. Dr. Kildaci, sırasını beklemesini istediği hasta yakını tarafından dövüldü. Dr. Şenol Kildaci, saldırgandan şikayetçi olmak için polis merkezine gitti. Görevli polislerin Kildaci'ya, "Elinizi öpsün affedin olay kapansın" dediği öne sürüldü.

Şırnak Tabipler Odası Başkanı Azat Karagöz ile bazı meslektaşları, bugün saldırıya uğrayan Kildaci'ya destek vermek için hastane önünde basın açıklaması yaptı. Dr. Azat Karagöz, hekim ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin her geçen gün arttığını belirterek, şöyle dedi:

"Bugün burada toplanmamızın sebebi hekimlere ve sağlık çalışanlarına yönelik giderek artan ve ürkütücü boyutlara ulaşan artık beden ve ruh sağlığımızı bozar dereceye gelen şiddetin hastanemizde uygulanmış olmasındadır. Perşembe günü dahiliye uzmanımız Dr. Şenol bey, bir hasta yakını tarafından darp edilmiştir. Arkadaşımız polikinlikte hasta muayene ederken, başka bir hasta yakını içeri girerek doktorun kendi hastasını muayene etmesini istemiştir. Doktor arkadaşımız içeride hastanın muayenesi bittikten sonra hastaya bir sıra numarası alın ve öyle gelin demesi üzerine, önce hasta yakınlarının sözlü saldırısına uğramıştır. Bu sözlü sataşmadan sonra arkadaşımıza fiziksel şiddet uygulanmıştır. Bu şiddetten sonra darp olayını gerçekleştirenler, uzun süre polikinliği işgal etmişlerdir. Bu durumda kapıda bekleyen diğer hasta yakınlarının sessiz ve olayı ayırmadan öyle kalması ve bir süre sonra olay yerine gelen hastane güvenlik göevlerinin doktorun uyarılarına rağmen müdahale etmemesini, düşünmeye değer bir mesele olarak görmekteyiz."

Saldırıya uğrayan Dr. Kildaci'nin kendisini dövenleri şikayet için karakola gittiğini anlatan Dr. Karagöz, şöyle devam etti:
"Bu durum üzerine arkadaşımız karakola gidip şikayetçi olmak istiyor ancak, burada polisin nerden estiği belli olmayan barışcıl tavrını da anlayamıyoruz. Şikayete giden doktor arkadaşımıza karakolda, 'Elinizi öpsün affedin olay kapansın' deniyor. Bir yumurta atmanın, bırakın yumurtayı, slogan atmanın bile yıllarca hapis ile cezalandırdığı bir ülkede, sağlıkçılara şiddete gelince, 'cahildir, çocuktur affedin. Elinizi öpsün' diye geçiştirmeleri gayet iyi biliyoruz. Biz son süreçlerede sağlıkçılara artan orandaki şiddetin aslında en büyük sebeplerinden birinin bu 'elinizi öpsün siz affedin' mantığının olduğunu iyi biliyoruz. Biz artık hayat kurtarmaya çalışırken, hayatımızı kaybetmek kaygısı taşımaktan bıktık. Biz, bizim onay vermediğimiz bir dönüşüm programından dolayı, ortaya çıkan aksaklıkların bize fatura edilmesinden bıktık, her sabah işe farklı genelgelerle başlamaktan, hergün artarak bize yüklenen angarya işlerden ve hergün, an şiddet görebiliriz kaygısı taşımaktan bıktık ve bu bıkkınlıklar artık bizi iş yapamayacak duruma getirmiştir, ya da getirecektir."

Dr. Şenol, Kildaci, saldırıdan büyük üzüntü duyduğunu belirterek, konuyla ilgili konuşmayacağını söyledi.

Alıntı : Milliyet

Evden hastaneye 30 dakika düzenlemesi yargıda

 ESKİDEN BERİ 657 KANUNUNDA YER ALAN BU DÜZENLEME , OLDU BİTTİ İLE CANLANDIRILMAK İSTENDİ.ANCAK BU DÜZENLEME ,GEÇİCİ GÖREV İLE ÇALIŞANLAR VE BÜYÜKŞEHİRLERDE ÇALIŞANLARIN DURUMU İLE İLGİLİ TARTIŞMALARA NEDEN OLMUŞTU.

Dava dilekçesinde genelgenin temel hak ve hürriyetleri engellediği ve bu sebepten Anayasa'nın temel ilkelerine aykırılık taşıdığı belirtildi.
Ayrıca çalışanlara 30 dakikada işyerinde olma şartı getirilmesinin çalışma barışını bozacağı ve idarenin çalışanlar üzerinde psikolojik baskı oluşturacağına dikkat çekildi. Çalışanların mağduriyetine yol açacak olan söz konusu genelgenin yürütmesinin durdurularak iptal edilmesi istendi.

Kahveci Bu Düzenleme Her şeyden Önce İnsan Hakkı İhlali

Açılan dava ile ilgili bir değerlendirme yapan Türk Sağlık-Sen Genel Başkanı Önder Kahveci " İkamet mecburiyeti getiren söz konusu düzenleme anlamsızdır. İmkânı olan herhangi bir zarureti olmayan çalışanlar zaten çalıştığı yere yakın yerden ev tutar ama çalışanların aile hayatlarına bile müdahale ederek 30 dakikada hastane olacak şekilde ikamet edin demek her şeyden önce bir insana hakkı ihlalidir." dedi.

İstanbul'da Hastane Bitişiğinde mi Otursunlar ?

Ayrıca bu kurala uymayanlarının cezalandırılmasını düzenlemekte kabul edilemezdir. İdareler çalışma hayatının dışına çıkarak ev yaşamını da düzenlemeye kalkmalılar. Örneğin çalışanların İstanbul'da bu kurala uymak için hastanenin bitişiğinde ev tutmaları gerekiyor. Kamu çalışanlarına görev yaptığı yerde ikamet zorunluluğunun kaldırıldığı bir dönemde sağlık çalışanlarına bu yasağın yeniden getirilmesi ve 30 dakikada işyerinde olma gibi bir şart getirilmesi adaletsizliktir. Umarız bu haksızlık hukuktan geri döner" dedi.

 Alıntı: Türk Sağlık-Sen